top of page
Yazarın fotoğrafıTaha Engin

Kuzey Kutbu'na Yolculuk

“Aylar süren zorlu hazırlık süreci ilk meyvesini vermiş ve nihai hedefime çok keyifli ve sorunsuz bir şekilde varabilmiştim. Kuzey Buz Denizi’nin ortasında bulunan 600.000 yaşındaki büyüleyici Svalbard takımadasındayım. Artık, dünyanın bundan daha kuzeyinde insan yaşamı yok! Gidilebilecek son noktadayım, dünyanın tepesindeyim!”





Neden Kuzey Kutbu!?


“Hepimiz için hayati önem taşıyan Kuzey Kutbu’ndaki buzullar yok oluyor. Hem de hızla! Son 30 yılda, Kuzey Kutbu’ndaki buzulların %75’ini kaybettik!” Bu sözler, hükümetler, şirketler ile siyasi partilerden bağış kabul etmeyerek bağımsızlığıyla ön plana çıkan ve gezegenimizi yaşanmaz hale getiren çevre suçlarına karşı bilimsel verilere dayanan kampanyalar yürüten çevreci bir sivil toplum kuruluşuna ait.


Buzullar, Kuzey Buz Denizi’nde 800.000 yıldan fazladır varlar. İnsanlık tarihinde ilk kez Kuzey Buz Denizi, yakın gelecekte tamamen buzulsuz kalma tehlikesiyle karşı karşıya. Bu, sadece bölgede yaşayan insanlar, kutup ayıları, boynuzlu balinalar, deniz aygırları ve diğer canlılar için değil, hepimiz için yıkıcı sonuçlar doğuracaktır. Dünyanın kutbundaki buzullar, güneş ışınlarının çoğunu uzaya geri yansıtıyor ve böylece gezegenimizin serin kalmasını; tarım yapabilmek için gerekli olan iklimsel şartların sabit kalmasını sağlıyor. Buzulları korumak demek, aynı zamanda kendimizi korumak demek.





Kuzey Kutbu için yeni bir sondaj yarışı başladı. Hem de üç yıl yetecek petrol için tüm dünyanın geleceğini riske atarak. Eğer petrol şirketlerinin, dünyanın en hassas bölgelerinden birinde petrol sondajı yapması kabul edilirse, ölümcül bir petrol sızıntısı yaşanması kaçınılmaz. Petrol sızıntısı yaşanırsa, buzun altında yıllar boyunca fark edilemeden devam edebilir ve Kuzey Kutbu evi olan tüm canlıların yaşam alanını zehirler. Buna insanlar da dahil. Bir petrol sızıntısı, felakete yol açar. Uzun dönemli bir etkisi olur ve tüm Kuzey Kutbu ekosistemini etkiler. 2010 yılında, Deepwater Horizon felaketinin Meksika Körfezi’nde yol açtığı büyük hasara hepimiz şahit olduk.



Ne yazık ki, burası küresel iklim değişikliğinden en fazla etkilenen bölge. Diğer yerlere oranla iki kat daha fazla ısınmaya maruz kalıyor. Kuzey Kutbu’ndaki yeni petrol hücumunu durdurabilirsek, enerji kaynaklarımızda köklü bir değişim için gereken şartları yaratabilir, temiz enerji devrimini hızlandırabilir ve çocuklarımıza temiz bir gelecek bırakabiliriz.





Hali hazırda 7,5 milyon kişinin imzaladığı “Kuzey Kutbu’nu Kurtar” adlı küresel kampanya, siyaset ve sanat dünyasından da yoğun bir şekilde destek bulmakta: Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri Ban Ki-Moon, Paul McCartney, Penélope Cruz, George Clooney, Kate Moss, Hugh Grant, Kylie Minogue, Pierce Brosnan, Naomi Campbell ve Jude Law ise bunlardan sadece birkaçı. Kampanyanın Türkiye lideri olarak da Murat Boz’un desteklediği bu projeyi, savethearctic.org adlı internet sitesinden inceleyip destekleyebilirsiniz.





Her şey, yıllardır ancak belgesellerden izleyebildiğim Kuzey Kutbu’na seyahat hayalimi nasıl çok daha ilginç bir boyuta getirebilirim diyerek başladı. Bir başka hayalim olan ve 2014 yılında büyük bir keyifle tamamladığım “Doğunun Paris’inden, Paris’in Doğusuna” projesinden sonra bu seneki büyük tur için seyahat aracı olarak yine motosikleti seçmem kaçınılmaz oldu. Esasında bu yolculuğu, seyahatin misyonunu daha da anlamlı kılmak noktasında, gönül isterdi ki, elektrikli motosiklet veya bisiklet gibi daha çevre dostu bir araçla yapayım. Ne var ki mesafenin gerçekten çok uzak oluşu, zaman mefhumu ve birtakım teknik durumlardan ötürü benim imkanlarım buna izin vermedi.





Binlerce km süren feribot yolculukları hariç, toplam da 15.000 km’lik bu macera dolu yolculukta, 15 ülke ve sayısını bilmediğim kadar şehri ziyaret etme fırsatı buldum. Bu ülkelere bir göz atacak olursak: İtalya, Slovenya, Avusturya, Almanya, Danimarka, Norveç, Finlandiya, İsveç, Çek Cumhuriyeti, Slovakya, Macaristan, Sırbistan, Romanya, Bulgaristan ve Yunanistan. Beni oldukça zorlayan bu büyük serüvende umarım sizler de benim gibi doğa ananın o sonsuz cüretkarlığına bir kez daha hayran kalarak, Kuzey Kutbu’nun dünyamız için önemini kavrayıp kampanyaya destek olursanız yazım amacına ulaşmış olacaktır.






Bilinmeyene Yolculuk...


Aylar süren ciddi hazırlıklar sonrası vira bismillah diyerek Diyarbakır’dan yola çıktım. Zamandan kazanmak ve daha çok yer görmek, insan tanımak için aracımı, yine geçen seneki gibi Mersin’den gemiye verdim. Motosikletim, 68 saat süren deniz seyahati sonrası Balkanlar ile İtalya sınırındaki Trieste’ye ulaştı. Ben de üçüncü gün, uçakla oraya gidip aracımı gümrükten teslim aldım. İlginç bir tecrübeyle, İtalya’da sabah kahvaltısı, Slovenya’da öğle yemeği ve Avusturya’da akşam yemeğini yedikten sonra zorlu bir sürüş sonucu gece yarısı 03.30’da Kuzey Almanya’ya varmıştım. Günlük olarak ne kadar yol yaptığımı gösteren tripmetrede yazan rakam ilk defa dört haneliydi: tam 1.200 km! Dört güzel Avrupa ülkesinde harcadığım 15 saatlik seyahatte, motosikletin sıcaklık göstergesi 40°C dereceyi de gösterdi, 4°C dereceyi de!





140 km’lik Danimarka’dan Norveç’e uzanan ve seyahatin en uzun ikinci feribot geçişinden sonraki rotam ise tüm heybetiyle ziyaretçilerine doyumsuz bir seyir sunan ünlü Preikestolen oldu. Norveç’in en önemli simgelerinden biri olan bu efsanevi kayayı ziyaret etmek isteyenleri, toplam da 4 saatlik sınırları epey zorlayan bir tırmanış ve iniş parkuru beklemekte. Buzul Çağı’nda şimdiki yapısına kavuşan ve Boğaziçi Köprüsü’nden yaklaşık 10 kat daha yüksek olan bu kaya formasyonunun zirvesine ulaştığımdaki haletiruhiyemin tarifi epey zor! Benzer şekilde hemen altta gördüğünüz fotoğrafı çektirmemin de pek kolay olduğunu söyleyemeyeceğim! 2000 yılında iki kişinin, 2013’de ise bir turistin düşüp hayatını kaybettiği bu uçurum, tüm bunlara rağmen, dünyanın dört bir yanından maceraperest turistlerin artan bir şekilde ilgisini çekmeye devam etmekte.





Bu parkurdan sonra eğer ki, hala enerjiniz var ve ömrünüz boyunca unutamayacağınız yerler görmeye devam etmek istiyorsanız, hiç şüphesiz ki doğru yerdesiniz. Deniz seviyesinden yaklaşık 1.000 metre yukarıya rakımlanan ve iki dağ arasında asılı duran beş metreküplük Kjeragbolten adındaki bu iri kayayı canlı olarak görmek isteyenleri, kondisyon gerektiren 6 saatlik bir tırmanış beklemekte. Unutulmaz bir tatil fotoğrafı için kayanın üstündeki dar alanda hayatlarını tehlikeye atarak türlü akrobatik hareketler yapmak isteyenler olduğu gibi, o kadar tırmanıştan sonra cesaret edemeyip kayaya bile yaklaşamayanların sayısı hiç de az değil.





Yine Preikestolen’la aynı zamanlarda şekillenen ve toplamda 8-9 saatlik zorlu bir tırmanış ve inişin olduğu, ciddi dayanıklılık gerektiren ve telefonların dahi çekmediği bu parkuru tamamlayabildiğinizde sizi büyüleyici yapısıyla 1.100 metredeki Trolltunga karşılıyor olacak. Troll, İskandinav folkloründe dev ya da cüce olarak betimlenen, çirkin bir yaratıktır. Tunga ise Norveççe de “dil” anlamına gelmektedir. Yani, “trolün dili” olarak tercüme edebileceğimiz bu yapı, enfes manzarası ve oluşumuyla insanı kendisine hayran bırakıyor. Fakat, seyahat sonrası burayla ilgili kötü bir kaza haberi okudum. Benden sadece bir ay sonra Trolltunga’ya tırmanmaya çalışan Avustralyalı 24 yaşındaki bir genç ne yazık ki uçurumdan düşerek hayatını kaybetmiş.







Günler süren, köy ve kasaba geçişlerinden sonra ilk defa bir şehre giriş yapıyorum. Başkent Oslo’dan sonra ikinci büyük şehir olan Bergen’deyim. Büyükşehir dediğime aldanmayın sakın, Norveç özelinde büyük diye düzeltelim hemen. Çünkü Norveç, yüz ölçümü bakımından Türkiye’nin yarısı büyüklüğünde olmasına rağmen, 5 milyon nüfusa sahip. Dolayısıyla, büyükşehirlerde yaşayan bizler için sempatik bir İskandinav kasabası görünümünde olan Bergen, 270.000’lik nüfusuyla Norveçliler için büyük bir şehir. Öyle ki, geçmişte uzun yıllar Vikinglerin başkenti olma özelliğini korumuş. 1350 yılında Hansa İmparatorluğu tarafından yapılmış ve UNESCO Dünya Miras Listesi’ndeki bu denize nazır, rengarenk, dik çatılı ahşap Hansa evleri, Bergen’in sembolü olmuş durumda. Peki gelelim bu şirin kasaba size neler vadediyor. Klasik İskandinav mimarisiyle inşa edilmiş evlerin nakış gibi işlenen daracık sokaklarında kaybolmakla başlayabilirsiniz. Sonrasında, fünikülerle ulaşılabilen Folyen Tepesi’nden, oldukça ilginç bir şehir planlamasına sahip Bergen’i seyre dalabilirsiniz. Genellikle güney-kuzey rotasını tercih eden turistler için Norveç’teki fiyortların başlangıç noktası sayılabilecek bu noktada fiyort deneyimi yaşamak isterseniz vapurlarla günübirlik gezilere katılmak ise bir diğer alternatif. Ayrıca, dünyaca meşhur balık pazarını ziyaret edip bir denizden ne kadar çok ürünün çıkabileceğini kendi gözlerinizle görmenizi şiddetle tavsiye ederim.





Norveç, birçok noktada “enlerin ve ilklerin” ülkesi. Son iki yılda motosikletle 25 ülkede seyahat edebilme şansına erişmiş birisi olarak şunu rahatlıkla söyleyebilirim ki; Norveçliler kadar turizme önem veren başka bir millet görmedim. İnsani gelişme endeksinde birinci sırada yer alan ve Avrupa Birliği’ne üye olmayı reddeden bu İskandinav ülkesi, birçok alanda dünyanın en pahalı memleketi. Örnekse, Türkiye’de marketten satın aldığımız yarım litrelik pet şişe suyun fiyatı, Norveç’te 5,9 ₺. Yani, Türkiye’den yaklaşık 12 kat daha pahalı!





Fiyort: Denizin, buzul vadilerini basması sonucunda oluşan ve çoğunlukla iç kesimlere kadar sokulan; ince, uzun, genellikle çok derin ve kenarları çok dik körfezdir. Fiyortlar, genellikle Norveç, Grönland, Alaska gibi kuzey ülkelerinde görülen ilginç bir kıyı tipidir. Örnekse Norveç’teki Sogne Fiyordu’nun derinliği 1.234 metredir. Bu fiyortlardan özellikle Norveç’tekiler dünyanın en güzel görüntülerini sunarlar. Suya gömülü bu vadilerin bu kadar derin olması, buzul kökenli olmalarıyla açıklanır. Bu vadilerde oluşan çok iri, kalın ve ağır buzulların, okyanus sularına karışmadan önce vadi tabanını deniz düzeyinin altına inecek kadar aşındırdığı sanılmaktadır. Buzullar eridikten sonra ise bu vadileri deniz suyu kaplamıştır.





Dünyanın en prestijli seyahat rehber kitabı olan Lonely Planet’in “İskandinavya’daki en iyi seyahat destinasyonu” olarak belirlediği Geiranger Fiyordu ise benim de favorilerimden. 250 nüfuslu bu ufak turistik kasabayı her yıl inanılmaz bir şekilde 700.000 turist ziyaret etmekte. Peki, bu kadar turist, bu ufacık yerde ne yapmakta? Deneyimlenebilecek en ilginç aktivitelerin başında, fiyort ve buzulların üzerinden geçen helikopter turlarını söyleyebiliriz. Ayrıca, çevre dostu elektrikli araçlarla muhteşem dağ yollarında dilediğinizce yol alabilmek de bir diğeri. Ve hatta limuzin turları dahi mevcut! Şehrin karmaşasına, kaosuna inat, bulutların, görkemli dağların koynunda telaşsız yol almak ise belki de en güzeli!





Birçok fiyordu geçtikten sonra denizi doldurma tekniği kullanılarak 8 köprü ile süslenen 8 km’lik Atlantik Okyanus Yoluna geliyorum. Atlantik Okyanusu’nu kucaklarmışcasına kavisli inşa edilen köprüleri ve fantastik mimarisi sayesinde ziyaretçilerini kendisine hemen hayran bırakıyor. “Yüzyılın Norveç İnşaatı” ödülünü de alan bu yolla ilgili birtakım endişeler de yok değil. Bunların en başında, Atlantik üzerinden gelen ve saatte 50 km’yi geçen şiddetli rüzgarlar gelmekte. İngiliz, The Guardian gazetesinin burada yapılacak seyahati, “Dünyanın en iyi yolculuğu” ilan ettiği bu mimarlık ve mühendislik şaheseri, otomotiv endüstrisinin de dikkatini çekmiş olacak ki, 10’dan fazla otomobil üreticisi bu efsanevi yolda reklam çekmiş.




Zaten soğuk olan bu coğrafyada kuzeye doğru ilerlerken, istisnasız her gün hissedilebilir bir şekilde günler uzamakta ve ısı da belirgin bir şekilde düşmekteydi. Kuzey Norveç’te, bir 300 km daha ilerlememle 66. paralel, 33. dakikada bulunan Kuzey Kutup Dairesi’ne artık resmen girmiş bulunuyorum. Motosikletle Kuzey Kutup rüyamın gerçekleşmesi için kendimce kontrol noktası olarak belirlediğim bu yere de büyük bir keyifle, sorunsuzca gelebilmiştim. Bu paralel üzerinde, bir ay boyunca, gün sonunda güneş ufka yaklaşıp batar gibi yapıyor ve ardından gece yarısı tekrar yükseliyor. Ayrıca, izinde ilerlediğim Kuzey Kutup noktasında ise altı ay boyunca güneş hiç batmıyor. Kalan altı ayda ise güneşin kendini hiç göstermediği, ebedi bir karanlık yaşanmakta.









Sonrasında, Grönland ve Kuzey Alaska ile aynı enlemde bulunan ve altı büyük adadan oluşan muhteşem doğasıyla Lofoten Takım Adaları karşılıyor beni. National Geographic’in dünyanın en güzel üçüncü adası seçtiği ve deniz kartalları ile fok balıklarının eşlik ettiği okyanus ortasındaki bu takımadaları, en çok macera arayışındaki genç turistler ziyaret etmekte. Bunun başlıca nedeni ise doğa sporları konusunda bir cennet sayılması. Bu adada, ilk ziyaret ettiğim yer ise tek harflik ismiyle “Å” (okunuşu “O”) adındaki köy oldu. Sonrasında, masal kitaplarından fırlamışcasına silüetiyle insanı görür görmez kendisine hayran bırakan Reine’ye varıyorum. Yıllardır, dünyanın en iyi on köyü sıralamasında kendisine yer bulan bu köyü ziyaret ettiğinizde, bu topraklara ait o büyülü atmosferi ruhunuzda hissediyorsunuz.









“Dikkat, Kutup Ayısı Çıkabilir!”


Aylar süren zorlu hazırlık süreci ilk meyvesini vermiş ve nihai hedefime çok keyifli ve sorunsuz bir şekilde varabilmiştim. Kuzey Buz Denizi’nin ortasında bulunan 600.000 yaşındaki Svalbard takımadasındayım. Artık, dünyanın bundan daha kuzeyinde insan yaşamı yok! Gidilebilecek son noktadayım, dünyanın tepesindeyim!






Uluslararası cemiyetin koruma altına aldığı bu adanın %60’ı buzullarla kaplı ve insan nüfusundan fazla kutup ayısı var! Eğer, çok az sayıda insanın yaşadığı kasabanın merkezinden dışarı çıkmak istersem, kutup ayısı saldırısına karşı büyük kalibreli tüfek ve işaret fişeği tabancası bulundurmam gerekiyor. Öyle ki, ilk gördüğüm trafik levhasının “Dikkat, kutup ayısı çıkabilir!” olmasıyla durumun ciddiyetini daha da iyi kavramış oldum! Kutup ayısından başka ren geyiği ve kutup tilkisi ise diğer gözlemleyebileceğim ilginç hayvan türlerinin başında geliyor. Ada halkı, dünyanın hemen hemen hiçbir yerinde görülemeyecek şekilde çevre konusunda büyük bir hassasiyete sahip. Adanın tanıtım broşüründeki şu cümle sanırım her şeyi çok güzel özetliyor: “Adada hayvanları rahatsız etmemelisiniz. Unutmayın ki, misafir olan sizsiniz!”





Dünyanın en temiz havasının burada olduğu söylenmekte. Hatta uçakla adaya inildiği anda bazı insanların başının dönmesi ve burnunun kanaması bu hava değişimine bağlanıyor. Norveççe de “soğuk kıyılar” anlamına gelen ve en düşük sıcaklığın 1986’da -46,3°C ölçüldüğü Svalbard’da ölmek yasak! Evet, garip ama gerçek. Nedeni ise bilim adamlarının adada ölen bir insanın dokusunda rastladıkları virüs ile 1917 yılında burada yaşanan grip salgınına yol açan virüsün aynı olması. Kutuptaki sürekli donmuş vaziyette bulunan toprakların, insan cesedinin bozulmasına imkan vermemesi burada ölmeyi yasaklıyor. Ciddi şekilde hasta olanlar ile yakın zamanda vefat edebilme olasılığı yüksek olanlar, hayatlarının son günlerini geçireceği Norveç’in farklı bir bölgesine götürülüyor. Yasak demişken, evde kedi beslemek de bir başka yasak. Çok nadir kuş türlerinin bulunduğu bu coğrafyayı koruma altına almak isteyen yetkililer, böyle bir yola başvurmuşlar. Aynı şekilde, deniz canlılarının da geleceğini önemseyen yöneticiler, balık avlamayı da yasaklamışlar.





Yaz mevsimine denk gelen benim gittiğim dönemde, dört ay boyunca, güneşin 24 saat hiç batmaması kesinlikle tecrübe edilmesi gereken bir doğa olayı. Bu zamana, “beyaz geceler” deniliyor. Öte yandan da, kışın dört ay boyunca güneşin hiç doğmadığı, sonsuz bir karanlığa gömüldüğü bu devre ise “kutup gecesi” denilmekte. Kuzey ışıklarının yeryüzünden en temiz izlenebildiği yer olan Svalbard’da, gökyüzünden şelale akıyormuşcasına mistik bir görünüm sunan bu sihirli ışık oyunları kutup gecelerini renklendiriyor.




Kuzey Işıkları

Kuzey Işıkları (Aurora Borealis): Sadece kutup bölgelerinde gökyüzünde görülebilen, yeryüzünün manyetik alanı ile güneşten gelen yüklü parçacıkların etkileşimi sonucu ortaya çıkan doğal ışımalardır. Çoğunlukla yeşil olmakla birlikte pembe, kırmızı, sarı ve mavi renkte de olabilen bu görsel şölene, Kanada’da yaşayan Kızılderililer, “ruhların dansı” adını vermişler.


Yüz ölçümü, Ankara ve Konya’nın toplamıyla aynı olmasına rağmen tek bir kolluk kuvveti dahi bulunmayan bu adanın idari yapısı da alışılagelmişin dışında. Svalbard, bir diğer adıyla Spitsbergen, Norveç Krallığı’na bağlı olmasına rağmen 1920’de imzalanan ve halen geçerli olan bir antlaşma ile kırktan fazla ülkenin vatandaşına burada vizesiz yaşama hakkı verilmiş. En büyük yerleşim yeri olan Longyearbyen kasabasında insanların ilgilendiği temel faaliyetler ise bilimsel araştırma ve turizm.





2.600 kişinin yaşadığı adadaki evlerin hiçbirinin temeli yok. Daha önceden de bahsettiğim gibi toprak donmuş olduğundan, evler kazık sütunlar üzerine inşa edilmiş. Ev sahiplerine, evini istediği renge boyayabilme serbestisi getirilmiş. Adeta, kışın o bunalımlı ve kasvetli havasını bir nebze de olsa üzerinden atmak için herkes evini farklı bir renge boyamış. Ayrıca, ada halkı için su ve doğalgaz ücretsiz. Hatta, buradan satın alacağınız mal ve hizmetlerde vergiden muafsınız. Kasaba içinde sokak isimlerinin dahi olmadığı Svalbard’da, kasabaları birbirine bağlayan yollar bulunmuyor. O yüzden, tek ulaşım aracı kar motorları. Enteresan bir şekilde, kişi başına birden fazla kar motoru düşmekte.





Bir başka ilginç husus ise insan ilişkileri üzerine. Öyle ki, adaya vardığımda orada yaşayan bir arkadaşım karşıladı beni. Arazi aracıyla eve geldik. Aracın anahtarını kontakta bıraktı ve araçtan ayrıldık. Sonrasında evin kapısını anahtar olmadan sadece kapı kolunu kullanarak açtı. Ertesi gün oldu. Evden çıkıyoruz. Kapıyı yine kilitlemedi. Arazi aracının kapısını açtı ve kontağın üzerinde duran anahtarla marşa basıp yol aldık. Diyarbakır’da yaşıyor olmamın etkisi de büyük olsa gerek ki; dayanamayıp sizin de tahmin ettiğiniz o soruyu sordum ve aldığım cevap ise hepimizi şaşırtacak cinsten: “Burada herkes birbirine güveniyor. Adanın tarihi boyunca hiç bir adli vaka yaşanmamış olması da bunun güzel bir sonucu.”


Bahsedilmeden geçilmemesi gereken bir başka yapı ise dünyanın geleceğini garantiye almak isteyen Norveçlilerin inşa ettiği Svalbard Küresel Tohum Deposu. Projenin temel amacı, olası nükleer savaş, doğal felaket ve iklim değişikliğinin yıkıcı etkisi sonrası hayatın tekrar normale dönmesini sağlamak. Bu yapı, küresel ısınma sonucunda dünyadaki tüm buzullar erise dahi, yine de su seviyesinin üstünde kalacak şekilde, donmuş bir dağın içi oyularak inşa edilmiş. 4,5 milyon tohum kapasiteli depo, yaşadığı 6,2 şiddetindeki deprem karşısındaki mukavemetiyle rüşdünü ispatlamış durumda.





Svalbard Küresel Tohum Deposu, Suriye’deki iç savaşın getirdiği sıkıntılardan ötürü 2015 yılında bölgeye tohum transfer ederek tarihindeki ilk hizmetini gerçekleştirdi. Bir bakıma dünyamızın geleceği olan tohumların bulunduğu bu depo, daimi olarak -18°C derecede tutuluyor. Nuh’un Gemisi’ne benzetebileceğimiz bu yapı, ünlü Amerikan dergisi Time’in 2008 yılında en iyi buluşlar sıralamasında altıncı olmuş. Ayrıca, birçok önemli araştırmanın yapıldığı Svalbard Uzay İstasyonu da yine burada faaliyet göstermekte.


Svalbard’da, evden çıkarken, telefon ve cüzdan kontrolünden sonra bir şey daha vardı yapmam gereken. O da silah! Kasabada gezinirken birçok insanın omzunda tüfekle yürümesi olağanken, hiçbir binaya silahla giremiyoruz. Binaların girişindeki şu ufacık not unutkanlara iyi bir hatırlatıcı oluyor: “Buradaki tüm kutup ayıları öldü. Lütfen, silahınızı görevliye teslim edin.”





Ertesi gün, sabahın erken saatlerinde, arkadaşımla birlikte anahtarı üzerinde hazır bekleyen (!) arazi aracımızla limana doğru yol aldık. Amacım, gidebildiğim kadar kuzeye çıkmak ve küresel ısınmanın getirdiği yıkıcı sonucu çıplak gözle yerinde inceleyip bu kötü gidişatı herkesle paylaşmak. Uzun bir uğraş sonucu, teknedeki tüm kontrolleri yapmış ve yol arkadaşımızı bu uzun yolculuğa hazır hale getirmiştik.


Limandan ayrıldıktan epey bir süre sonra vahşi, el değmemiş Kuzey Buz Denizi’nin tam göbeğindeyken, 2015 yazında aramızdan ayrılan rahmetli Sadun Boro aklıma düşüvermişti. Bundan elli yıl önce, 1965’de Kısmet adlı yelkenlisiyle dünyayı dolaşan ilk Türk denizcisi Sadun Boro’nun, gayet iptidai koşullarda hiçbir elektronik cihaz kullanmadan sadece sekstant ile milyonlarca kilometre ötedeki yıldız, güneş ve aydan rasat alarak ve hiç kara görmeden yol almaya çalıştığı, tam 30 gün süren Atlantik Okyanusu geçişini yazdığı “Pupa Yelken” adlı kitabındaki şu cümleler yankılanıyordu zihnimde: “...Güvertede çatlayan her dalga içerde top atılmış gibi gürlüyor. Zavallı tekne bu yükün altında, sıtma nöbetine tutulmuş hasta gibi tirtir titriyor... Uyumak mümkün mü?... Her türlü kötü ihtimal, insanın aklını bir kurt gibi kemiriyor. Dışarıda kudurmuş vahşi denizle aramızı 33 mm’lik bir kaplama tahtası ayırıyor. Bu, Kısmet’in girdiği ilk imtihan, ilk büyük fırtına. Ayrıca, O’na emek veren nice ustanın, kendi elimizle hazırladığımız arma ve donanımın da bir imtihanı... Ama bu öyle bir imtihan ki, ya sınıfı geçersin, ya kalırsın. İkmali yok... Kaldın mı da tatlı canınla ceremesini çekersin. Kendi kendime söyleniyorum: Neden sen de herkes gibi karada, sıcak evinde rahat oturmazsın? Ama biliyorum ki, aradığım hayat budur ve onsuz yapamam. Cemiyetin iğrenç ihtirasları yerine, bazen bir ejderha gibi kudurmuş, bazen bir nişanlı kız kadar uysal denizle, tabiatla mücadele...” Sadun Boro’nun da yaşadığı, tabiatın haşmeti karşısında ne kadar da aciz olduğumuz duygusunu ilk defa bu kadar yoğun yaşamamla birlikte doğa anaya olan saygım bir kat daha artmış ve gözümden süzülen bir damla yaş, teknenin dümen suyundan Kuzey Buz Denizi’ne karışmıştı.






İlk durağımız, II. Dünya Savaşı sonrası kömür madeni kurmak isteyen Rusların yaşadığı Pyramiden adlı yerleşim yeri oldu. Zamanında binlerce kişinin yaşadığı bu yer, günümüzde hayalet şehir görünümünü almış ve şu an burada sadece 6 kişi yaşamakta! Sokakları arşınlarken hissettiğim korku duygusu, merak duygusuna yenilmiş, gözlerim tüm detayları her zamankinden çok daha dikkatli inceliyordu artık. Doğayı daha iyi dinlemek ve anlamak için bu eski Rus kasabasını tek başıma gezdim. Kimsenin yaşamadığı ve martıların yuvalamak için mesken tuttuğu dört katlı binayı döner dönmez kutup tilkisiyle karşı karşıya kaldım.





Belli ki, ikimizde birbirimizden ürkmüş ve soğuktan değil korkudan donakalmıştık. Elimdeki telefonu usulca kaldırdıktan sonra kutup tilkisinin fotoğrafını çekerek bu anı ölümsüzleştirebilmeyi başarmıştım. Benim de biraz sonra gideceğim devasa büyüklükteki buzulu seyreden, dünyanın en kuzeyindeki Lenin heykeli, kasabanın en tepesinde dikkatleri kendine çekmekte. Bu dramatik ve kaotik kasabanın yolları geçmişten kulağıma birçok şey fısıldadıktan sonra zamanda yolculuğumu tamamlamıştım.





Tarihi limanda tekrar arkadaşımla buluşup tekneye atladıktan sonra buzullara doğru, görece daha kısa bir yolculuğa çıktık. Isıtmalı kıyafet ve profesyonel ekipmanlarla hazırlık yaptığım bu seyahatte, insanın cildini bıçakla kesercesine esen rüzgar, hissedilen sıcaklığı hayli düşürüyordu. Az bir mesafe kaldıktan sonra teknenin buz dağlarına çarpma ihtimaline karşı yedekte bekleyen şişme bot ile yola devam ettik. Kutuplara doğru, buz dağlarının arasından zikzak çizerek ilerlerken türlü türlü kutup kuşları da bize eskortluk ediyor ve heyecanım da giderek artıyordu. Telefon da dahil hiçbir iletişim cihazının çalışmadığını ve en yakın insanın bile kilometrelerce uzaktaki bir adada olduğunu unutmadan tedbiri elden bırakmıyorduk. Sonrasında, kutup ayısı tehlikesinden ötürü artık daha fazla yaklaşamıyor ve devasa buzulların önünde duruyoruz. Şahit olduğum manzara beni inanılmaz büyülemişti! Buzun suyla ve rüzgarla dansı sonucu ortaya çıkardığı o inanılmaz görsellikteki buz kütleleri unutulacak gibi değildi. Uzunca bir süre çıplak gözle inceledikten sonra bununla yetinmiyor, dürbünümü alıp ayrıntılarda kaybolurken buluyorum kendimi.





Beyazın saflığı, mavinin enginliğinde göz banyosu yaptığım o anları saniye saniye hatırlıyorum. Sonrasında birden bire sol yanımdan bir gürültü kopuveriyor, adeta rüyadan uyandırırcasına. Gök gürültüsünden daha şiddetli bu sesle neye uğradığımı şaşırıyor ve dürbünü bırakıp kafamı sesin geldiği yere doğru çevirmemle devasa büyüklükte bir buz kütlesinin koparak denize düşüşünü an ve an gözlemliyorum. Kopan buz parçasının yarattığı dalga, şişme botu da sallıyor ve donma noktasındaki suya düşmekten son anda kurtuluyorum. Ve ardından bir büyük parça daha ve akabinde bir tane daha! İçinde bulunduğum rüya adeta bir anda kabusa evrilmişti. Kendime geldikten sonra, bizzat gördüklerim ile yılın aynı zamanlarında uzaydan çekilen fotoğraftaki buzulların kapladığı alanı kıyasladığımda fark, dehşet verici, korkutucu boyuttaydı! Uzaydan buzulların fotoğrafını çekebilen uydu her ne kadar insanoğlunun icadıysa, iklim değişikliği sonucu burayı bu hale getiren de aynı insanoğlunun marifeti. Başka gezegenlerden birileri gelip yapmadı, biz yaptık ve bu hatayı düzeltmek de yine bize düşer.





O anki bulunduğum koordinatlar itibarıyla hemen hemen her türlü ulaşım aracını kullandığım bu yolculuğun artık en kuzey noktasına gelmiştim: 78. paralel! Yolun sonundayım. Mecazi anlamda, belki de yolun başındaydım. Sanırım öyleydi. Çünkü, bu ada, bu seyahat, bana bu derginin sayfalarına sığdıramayacağım kadar çok şey öğretti. 38. paraleldeki Diyarbakır’dan başlayıp, tam 40 paralel daha kuzeye çıktıktan sonra 78. paraleldeki buzullara varmamla birlikte bende oluşan hissiyatı, esasında “tam olarak” ne kelimeler ne de fotoğraflar anlatabilir. Birçok hissin yoğun bir biçimde harmanlandığı bu duygu durumunu asla unutamayacağım!





İstikamet, Kürkçü Dükkanı!


Kutup ayılarının hükümranlığındaki topraklardan ayrılma vakti gelmişti. Artık, ana vatana doğru, kuzey değil, bu sefer güney istikametinde ilerlerken karşıma farklı insanlar ve farklı bir ülke çıkıyor: Finlandiya. Sami ırkının yaşadığı Laponya’nın o eşsiz yollarında ilerlerken farklılıklar da hemen göze çarpmaktaydı. Kilometrekare başına sadece iki kişinin düştüğü bu coğrafya, Norveç’e pek benzemiyordu. Bir köy dahi olmadan onlarca kilometre geçilen dümdüz ovalar, ufka doğru kalem gibi dizilen ağaçların arasında geçirilen saatler... Kesinlikle unutulmaz, benzersiz bir deneyimdi.





Yılın sadece birkaç ayında açık olan ve son dönemde epey bir rağbet gören buz otellerin en güzel örnekleri yine bu bölgede bulunmakta. Buzun sanatla buluşmasına şahit olabileceğiniz bu yapılar, her sene farklı bir konseptle oluşturuluyor. Gündüzleri ise sizi husky köpekler veya ren geyiklerinin çektiği kızak turları beklemekte. Bu bölgede konaklamak isteyenleri bekleyen bir diğer ilginç örnek ise iglo oteller. Eskimoların yaşadığı kardan yapılan kubbe formundaki evlere iglo deniliyor. İgloların mimarisi temel alınarak yerin altına inşa edilen üstü oval biçiminde cam kaplı bu sempatik odalar ziyaretçilerine unutulmaz anlar vadetmekte. Issız ve vahşi doğanın ortasında, uzandığınız yataktan, kuzey ışıklarının o doyumsuz seyrini izleme imkanı sunan bu egzotik otellerde konaklamak için aylar öncesinden rezervasyon yapmanız gerekiyor.





Güneye doğru ilerlerken, Finlandiya’dan sonra bir başka güzel İskandinav ülkesi çıkıyor karşıma: İsveç. İkinci defa Kuzey Kutup Dairesi’nden ama bu sefer kuzeyden güneye geçiyorum. Sibirya ile aynı enlemde bulunmasına rağmen İsveç’te görece daha ılıman bir iklim hakim. Ekonomik olarak gelişmiş bir ülke olan İsveç, aynı zamanda The Economist’in Demokrasi İndeksi’ne göre de birinci sırada. Avrupa’da en çok ar-ge yatırımı yapan bu ülke, benzinli araç kullanımını da 2025 yılından sonra yasaklayan bir yasa çıkartarak çevre konusundaki hassasiyetini gözler önüne sermekte.





Tekrar ziyaret etmek üzere kendi kendime söz verdiğim Stockholm’den sabah çıkıp 700 km’den fazla ilerledikten sonra bir başka ülke olan Danimarka’nın başkenti Kopenhag’a geliyorum. Şehirde tur attıktan sonra, Danimarka’dan tekrar İsveç’e geçmek üzere yol alırken çok ilginç bir yerden geçerken buluyorum kendimi. Karadan denize doğru uzanan, Marmaray’a benzer şekilde denizin altından geçen bir tünele giriş yapıyorum. 4 km sonra denizin ortasındaki yapay adada son bulan tünelden çıkıyor ve 8 km uzunluğuyla dünyadaki en büyük sınır ötesi köprü olan Øresund Köprüsü’ne yaklaşıyorum. Köprü geçişi sırasında dikiz aynamda bir yol değil de, sadece uçsuz bucaksız masmavi denizi görmem bende şok etkisi yaratıyor. Dört şeritli kara yoluna ve hemen altında da iki şeritli demir yoluna sahip bu köprüden geçerken, yine denizin üstüne kurulmuş devasa rüzgar türbinlerini gördüğümde şaşkınlığım bir kat daha artıyor. İlk etapta, köprünün neden denizin ortasındaki bir adada sonlandırıldığı aklınıza gelebilir. Bunun iki temel nedeni var. Birincisi, köprü yapılan yerin, Kopenhag Havaalanı’na çok yakın olup tehlike arz edebilecek olması. İkincisi ise suni ada ile ana kara arasında denizin altından geçen tünelin marifetiyle deniz ulaşımının daha rahat sürdürülebilecek olması.





Bu kadar farklı deneyimlerden sonra İsveç’in Malmö kenti üzerinden Trelleborg’a geldim. Buradan da, sekiz saatten fazla süren feribot yolculuğu ile Almanya’dayım. Sonrasında, sırasıyla Prag, Viyana, Bratislava, Budapeşte, Belgrad, Bükreş, Varna, İstanbul, Kos ve sonra Diyarbakır rotasını takip ettim.






Başladığım yer olan Diyarbakır’daki garaja motorumu park ederken, başımdan geçen tatlı hatıralar, türlü zorluklar, kar, sis, yağmur, çamur, soğuk demeden büyük bir motivasyonla hedefe doğru gidilen kilometreler, ilginç sınır geçişleri, görkemli dağlar, lezzetli yemekler, büyüleyici buzullar, kadirşinas insanlar ve daha birçok hadise bir sinema şeridi gibi gözümün önünden geçti. Mutluluk ve gururun verdiği karmaşık duygularla beraber seyahatin ikinci göz yaşını da motorun selesine bıraktıktan sonra kürkçü dükkanının kepenklerini açıp hatıralarımla beraber yatağa uzandım.





Hayatını Değil, Hayalini Yaşa!


10 farklı para birimini kullandığım 15 ülkede, 15.000 km teker çevirdikten sonra geçen sene aldığım motosikletim 40.000 km’ye geldi. Bu bir yıl süresince motosikleti sadece uzun yolda kullandığımı ve dünyanın çevresinin de 40.000 km olduğu gerçeğini göz önüne aldığımda, bir şeyi tutkuyla ve “gerçekten” istedikten sonra onun önünde nice dağların bile duramayacağını, en güzel yoldan, yaşayarak deneyimlemiş olmak, birçok kitaptan okuyup öğrenemeyeceğim kadar vizyonumu genişletti diye düşünmekteyim.





Ünlü psikolog Doğan Cüceloğlu, “Gerçek Özgürlük” adlı kitabında şöyle demişti: “Bazı insanlar dünyayı görmek için, bazı insanlar dünya beni görsün diye dağlara çıkarlar.” Bu ana fikir ile gerçekleştirdiğim seyahatlerim esnasında en büyük kazanımlardan bir tanesi, ön yargılarımın paramparça olması. Başka proje bazlı seyahatler de yapmama rağmen o kadar yolun sonunda itiraf etmem gerekir ki; hala görece az da olsa ön yargılarımın olması doğrusu beni şaşırtıyor.





Dünyamız için hayati önem taşıyan böylesi bir çevre sorununda sosyal sorumluluk bilinciyle farkındalık yaratmak adına gerçekleştirmek istediğim “Kuzey Kutbu’na Yolculuk” hayalimi hayata geçirmemde, yardımlarını benden esirgemeyen tüm destekçilerime teşekkür ediyorum. Herkesin hayalini gerçekleştirip hayatı ıskalamaması dileğiyle...


M. Murat Bozkurt



355 görüntüleme0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör

Commentaires


bottom of page