top of page
Yazarın fotoğrafıTaha Engin

Oradaydık ve Şimdi Buradayız…

Konuk Yazar: Mehmet İren


Geçen haftalarda New York Times’ın günlük mail bülteninde bana önerdiği yazılardan birinin başlığı “I’m Middle-Aged, and I Talk to Myself All Day” (Orta Yaşlıyım ve Bütün Gün Kendi Kendime Konuşuyorum) idi. Gerçekten adrese teslim bir öneri, çünkü ben de son birkaç yıldır kendi kendime küçük küçük mırıldanmayla başlayan bu alışkanlığın giderek büyüdüğünü ve yerleştiğini görüyordum. Yazar kendisine göre de nispeten yeni olan bu alışkanlığını anlattıktan sonra aslında ortada bir sıkıntı olmadığını, hatta bunun kimi

uzmanlarca son derece sağlıklı bulunduğunu söylüyordu. İşime gelen bilgiyi bulduğum zaman önüne arkasına bakmam kaparım. Bunu da aldım cebime koydum. Diğer yandan benim yazardan farkım bu mırıldanmalarda bazı cümleleri ağzıma pelesenk edip bağlamlı bağlamsız kullanmam olabilir. Başlıkta yer alan ve Tolkien’in Hobbit’in açılışına yazdığı “Oradaydık ve şimdi buradayız” cümlesi de bu pelesenk tayfasının başında yer alıyor. Bir süredir, sevgili cümlemi mutfağa kahve almaya giderken, köpeğimle parkta gezerken, çalışmaktan sıkılıp düşünüyormuş gibi tavana bakarken bol keseden mırıldanıyordum. Bir şeyi yeterince olur olmaz tekrarlarsanız eninde sonunda doğru zaman ve yere denk geliyor. Benim cümlem de (adamın kitabındaki cümleye de çökmüş gibi olduk benim diyerek ama helal etsin artık) 30 Haziran’da 2 saat 55 dakikadır kulaç atıyor olmanın getirdiği sersemlikle Kaş’tan Meis’e bakarken yerini bulmuş oldu. Gerçekten de oradaydık ve şimdi buradayız. Az önce kendim yüzerek gelmemiş olsam inanması zor.

Peki oraya, yani yarınlar yokmuşçasına güneş kremi ile sudokrem sürdürdüğümüz Meis iskelesine gelmeden önce neredeydik ve asıl oraya nasıl gelmiştik? 


Meis ile Kaş arasında 7.1 kilometrelik bir yüzme yarışının varlığından ilk kez 2014 yılında haberdar olmuştum. O zamanki yetkili amirim Çınar Oskay, çalışma arkadaşımız Serkan Ocak’ın gazlamasıyla bu yarışa girmeye karar vermiş, sonuç olarak bitirememiş ama Türk basın tarihinin en eğlenceli yazılarından biriyle dönmüştü. Buradan okunabilir ve bazı ibretler alınabilir. O dönemde bitiremeyenlerden ziyade bitirenlere hayretle baktığımı ve “Memlekette bu kadar su tankı mı varmış arkadaş, bunlar ne yer ne içer, nasıl 7 kilometre aralıksız yüzer” dediğimi hatırlıyorum. Açık denizde, iki ülke arasında ve muhteşem olduğu aşikar bir parkurda yüzmek fikrinin cazibesini kavrayabilsem de işin fiziksel ve mental kısmının beni ferah ferah aştığından, ömrümün kalan kısmında da aşmaya devam edeceğinden emindim. 

Bundan iki yıl sonra havuza kayıt olmak isteyen ama tek başına gitmeye kendini motive edemeyen bir arkadaşımın “Sen seversin böyle şeyleri gelsene benle” demesiyle kendimi bir havuza kayıt olmuş buldum. Suyla başım hep hoş olmuştu, iyi kötü bazı sporlara girmişliğim çıkmışlığım vardı, dolayısıyla arkadaşımın bir süre sonra bıraktığı yüzme işinde benim “İyiymiş burası” deyip devam etmem çok sürpriz olmadı. Sonra da çabuk tarafından şımarıp kendi kendime “Şu Meis’ten Kaş işi olur mu” acaba diye düşünmeye başladım. Uzun düşünmeme gerek kalmadı. Kaç metre durmadan yüzebiliyorum, sürelerim nasıl, hızım ne falan gibi şeylere şöyle bir bakınca sorumu gayet rahat bir şekilde “Nereye oluyor lan olmaz tabii ki” şeklinde yanıtladım geçtim.


Zaman geçti. Ben kendimce yüzdüm. Araya pandemi girdi durdum. Pandemi çıkışı kendimi havuzun bir duvarından diğerine vurup duracağıma işin tekniğini doğru dürüst bir noktaya getirsem düşüncesi, bu doğrultuda sorup soruşturma beni Taha’ya ve Yüzme İdman Yurdu’na getirdi. Bunun benim için ne kadar harika bir şey olduğunu anlatmaya kalkarsam iş halihazırda uzamakta olduğundan da uzayacak o yüzden nefes almadan Taha övme işini maalesef başka bir fırsata bırakıyorum. Şu kadarını not olarak düşebilirim. Yüzme İdman Yurdu ile yüzmeye başladığımda hedefim 3 sene içinde Boğaziçi Kıtalararası Seçmelerini geçme ihtimali olan bir insana dönüşmekti. Sadece 1 sene sonra seçmeyi de Boğaz’ı da güle oynaya geçmiştim bile. Böyle olunca haliyle yine bazı havalara girildi ve Taha’nın bütün takıma gönderdiği, sporcuların sezon hedeflerini seçmesini istediği formunda hafif el titremesiyle de olsa Kaş-Meis işaretlendi. Laf ağızdan, form elden bir kere çıkar. Göndere bastık, antrenörümüz “Olur” dedi, ok yaydan çıktı. Çıktı çıkmasına da… Lafını yapmak başka kulacını atmak başka.


Ocak ayının başında resmen startı verilen antrenman süreciyle beraber bindik bir alamete. Standart takım antrenmanları, artı münferit olarak yapılacak ve bilgisi hocaya geçilecek ekstra antrenmanlar, artı kara antrenmanları, böyle böyle Haziran’a dayandık. İyi de geçti o aralık. Yine de günün sonunda hâlâ 3000 metrenin üzerini blok olarak yüzmemiş bir kişiydim. Bunu da Haziran başında gittiğimiz kampta bazı dramatik 5000 metrelerle hallettik. Ama o 5000 metrelerin bazılarından o kadar parçalanmış ve ağzımı da bir miktar bozmuş olarak çıktım ki gayri ihtiyari “5’ten böyle çıkan 7’den hiç çıkamaz” diye düşünmeden edemez oldum. Bu düşüncelerle Kaş’a ve yarış gününe kadar geldim. 


Takım olarak 30’a yakın sporcuyla yarışa girmemizin bütün avantajlarından yararlandık. Hem neşemiz yerindeydi hem de suda beraber bulunacak olmamızın getirdiği bir kafa rahatlığı vardı. Yarışa özel tişörtlerimizle teknik toplantıyı turuncuya boyamanın da verdiği coşkuyla yarış sabahına vardık. 

 

Yarışa iyi kötü hazırım. Stratejim bile var. Begüm ve Samet ile beraber gideceğim. 4000’den sonra büyük ihtimalle düşerim, o noktada onlara “Siz devam edin ben sizi tutmayayım” deyip kalan 3000’i artık Allah’a emanet bir şekil katlayacağım. Anlaştık, tamam dedik, haydi hop suya atladık. Bu da onları Kaş iskeleden önce son görüşüm oldu. Kafamı sudan çıkardığım gibi kendimi harala gürele bir swimbuoy sürüsü içinde yol alır buldum. Stratejik deham buraya kadarmış. Olabilir, bunun olabileceğini öngörmüştüm. Ama göç eden leylek sürüsü dizilimiyle yüzen bir Rus yüzücü grubunun arasında sıkışıp kalacağımı öngörmemiştim. Belli ki bu kardeşlerimiz de bir beraber yüzme stratejisi yapmışlar ve benim tersime planlarını uygulamaya geçirme noktasında başarılı olmuşlar. Baklava dizilimlerinin ortasında araya karışmış ördek gibi beni aldılar. Fark etmeden gerçekleştirdikleri bu kapsayıcılık benim açımdan hiç güzel olmadı çünkü hem arada aniden kurbağaladıkları ayaklarını suratıma yeme tehlikesi yaşıyorum hem de bu arayı onlardan daha hızlı geçebilecekken hatlarını delip çıkamadığım için durduk yere yavaşlıyorum. Bir süre kibar kibar ortada debelendikten sonra sonunda nezaketi elden bırakmaya ve ön çaprazıma doğru ne olacak olsun diyerek bir makas atıp kuşatmadan çıkmaya karar verdim. Çıktım da. Önünü çaprazladığım abi herhalde bir selektör yakmıştır içinden bana ama bu yarış da böyle geçmezdi yapacak bir şey yok. 


Rusların sıcak denizlerde yüzme politikasından kendimi kurtarınca bana göre makul bir sürede limandan çıktım. İki ülke arasındaki komple açık alanda biraz dalga biraz da “Ben bu işe niye girdim acaba” şeklinde çınlayacak iç ses bekliyordum. İkisi de pek olmadı. Bir iş yapıyoruz tam yapalım düşüncesiyle Taha’nın “6 kolda 1 kerteriz alınacak” talimatını sektirmeden uygulamaya koyuldum. Kaş’ın ünlü “uyuyan dev” kayalığı liman çıkışından itibaren gayet rahat görülüyor. 6 kolda 1’lerimin her seferinde kendimi sola kaçmış buluyorum ve haliyle sağa atıyorum. Bunun bir döngü haline geldiğini görünce aklıma cin gibi bir fikir geliyor. Bir süre kerteriz almayayım 6 kolda bir kendimi sağa atıp kapatıp gideyim. Uyguluyorum. Bana çok mantıklı gelen bu fikir ilginç bir biçimde gerçekten mantıklı çıkıyor ve işliyor. Öyle olunca biraz daha kapatıyorum. Bir süre sonra “İyi geldim ha” diye kafamı kaldırıp saatime bakınca o iyi geldiğimi düşündüğüm mesafenin hepi topu 200 metre olduğunu görünce ağzımın tadı kaçıyor. Aynı ağzımın tadı az sonra komple ve sadece tuzdan ibaret olacak o ayrı.


3000 metreye geldim. Artık Türkiye karasularındayım. Kendi kendime memleket gibisi yok valla suyu bile başka kokuyor, kurulu düzenimiz olmadığı için hemen döndük cennet vatana gibi şakalar yapıyor ve bu 7 kilometreyi bir daha yüzmek isteyeceğimden emin olmadığım için hazır buradayken az sakinleyip etrafa bakmak adına duruyorum. Swimbuoy’uma sarılıp bir yarım jel yuvarlıyorum. Önümde az hızlansam yakalarmışım gibi görünen bir grup var. Fakat daha önceki tecrübelerden bu az hızlanmaların öndeki grubu yakalamaya falan yetmediğini, insanın kendini hırpaladığı ve rencide olduğuyla kaldığını biliyorum. Ayrıca swimbuoy’um da çok rahat, dünyanın bütün mavilerini görebildiğim tatlış bir noktada salınıyorum, bıraksan burada akşamı ederim. Lakin başlamayan iş bitmez, beni de burada çok bekletmezler diyerek tekrar yola koyuluyorum.


5000’e dayandık ve ilginç biçimde çok kötü durumda değilim. Yavaşım yavaş olmasına ama iyiyim. “Boşver halin kalırsa sonda basarsın” diyerek devam ediyorum. Taha parkur tanıtımı için yaptığımız tekne gezisinde “buralarda küfürler başlayabilir” demişti. Şöyle bir tartıyorum kendimi. Bu küfür işini yapacaksak hazır etrafta kimse yokken yapıp aradan çıkarmakta fayda var. Ama yok, salon yüzücüsü çizgimi bozmamı gerektirecek bir durumda değilim. O zaman devam. 


Son 2000’de gerçekten bir gidiyorum ama gitmiyor gibiyim. Her şey yerli yerinde duruyor, yaklaşmıyor duygusu var. Bir de tükenmedim ama sıkılmaya başladım. İlk 5000 metre bu yarışı ben de destekledim fakat artık ufaktan toparlayabiliriz noktasındayım. Olsun enseyi karartmadan devam (ense de kararmadı ama büyük kızardı bu arada). Nitekim sonunda sarı şemsiyeleri görüyorum. Bir yandan da “Halim kalırsa sonda basarım” sözümü de habire “Dur ya az sonra basarız”a erteliyorum. “Ha şimdi hızlandım, ha birazdan hızlanırım” diye güzel güzel kendimi kandırarak merdivene ulaşıyorum. 


Yolu öyle ya da böyle bitirmenin verdiği iç coşkuyla beraber hatırladığım iki şeyden biri kendi kendime içimden habire “Merdivenden çıkışa dikkat, düşmüyoruz, devrilmiyoruz, insan gibi sakin sakin çıkıyoruz, buraya kadar getirdiğimiz işi merdivende batırmıyoruz” deyip durmam ve iskelede karşıma çıkan Taha’nın “Şurada karpuz var” cümlesi. 12 puan kadar düşmüş IQ’m ile hasbelkader “karpuz” kelimesini algılayıp “Karpuz, karpuzu verin bana” modunda şuursuzca işaret ettiği yöne doğru gidiyorum. 


Şimdi bu defa yüzmeden insan gibi feribotla döndüğüm Meis’ten Kaş’a bakarken bir kez daha 10 yıl önce bu arayı yüzmek fikrine ne kadar uzak olduğumu düşünüyor ve çeşitli koylara şu kadar paraya götürürüm diyen kayıkçılara “Bırak abicim ne parası, şuradan kapatsam 20 dakikada yüzerim ben o koya” gibi laflar etmemek için kendimi tutuyorum. Gerçekten de 10 yıl önce oradaydık, bak şimdi buradayız. 10 yıl sonra bir gün, orada olacağımızı şu anda düşünmediğimiz yerlerde olma ihtimalimiz de artık masada. 

488 görüntüleme0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör

Comments


bottom of page